ibrahim beyazoğlu

Fotoğrafım
Famagusta, Cyprus
Kazandığı araştırma bursuyla , 2013 ve 2014 yıllarında Leeds Üniversitesi Tarih Bölümü'nde postkolonyal tarih konulu doktora araştırmaları gerçekleştirdikten sonra  adaya döndü. Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde doktor unvanı ile çalışmalarına devam ediyor. 2007- 2011 yılları arasında adada Türkçe ve İngilizce gazetecilik yaptı. KIBRIS gazetesi ve Cyprus Today gibi kurumlarda akredite gazeteci olarak çalıştı. Ayrıca muhtelif gazetelerde kısa süreli serbest ve edebi gazetecilik deneyimine de sahiptir. Cynthia Cockburn, Alberto Manguel, Tariq Ali, Thanos Veremis, Rebecca Bryant, Yiannis Papadakis, Hugh Pope, Susan Dente-Ross, Tanıl Bora, Prakash Kona ve Alecos Christakis ve Vatikan Maslahatgüzarı Umberto Barato, Osman Akınhay, Ömer Laçiner gibi isimlerle söyleşiler gerçekleştirdi.

14 Haziran 2022 Salı

EN SEVDİĞİM 50 GECE OKUMASI

ZEVKLE HATMETTİĞİM 50 GECE OKUMASI

1. Dominique Lapierre & Larry Collins - Kudüs Ey Kudüs

2. Mihail Bulgakov - Usta ile Margarita

3. Simon Sebag Montefiore - Kudüs

4. Amin Maalouf - Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri

5. John Steinbeck - Bitmeyen Kavga

6. Jorge Luis Borges- Yedi Gece

7. Terry Eagleton - Azizler ve Alimler

8. Eric Jan Zürcher - Modernleşen Türkiye'nin Tarihi

9. Nermi Uygur - Tadı Damağımda

10. Umberto Eco - Gülün Adı

11. Kitab-ı Mukaddes

12. Ned Beuman - Boksör Böcek.

13. Jean Pierre Vernant - Evren, Tanrılar, İnsanlar

14. Yanık Njall’ın Sagası

15. Arthur Conan Doyle - Baskervillelerin Köpeği

16. Plutarkhos – Paralel Yaşamlar

17. Cornelius Tacitus- Germania & Britannia (Germenlerin Kökeni ve Durumu Hakkında Veya Agricola'nın Yaşamı)

18. Ambrose Bierce– Şeytanın Sözlüğü: Toplumsal Değerlere Aykırı Düşenlerin Kitabı

19. Kemal Tahir - Köyün Kamburu

20. Romain Gary - Cennetin Kökleri

21. Henri Pirenne - Hz. Muhammed ve Charlemagne

22. Roberto Calasso - Kadmos İle Harmonia'nın Düğünü

23. Aleksandr Soljenitsin - Ivan Denisoviç'in Bir Günü

24. Ivan Turgenyev - Babalar ve Oğullar

25. Charles Baudelaire. Kötülük Çiçekleri

26. Romain Rolland - Tolstoy'un Yaşamı

27. Ercan Kesal - Evvel Zaman

28. Tolstoy – Savaş ve Barış

29. İhsan Oktay Anar – Puslu Kıtalar Atlası

30. Bruce Lincoln - Vahşi Batı, Sibirya ve Ruslar

31. Eric J. Hobsbawm - Tuhaf Zamanlar

32. Javier Cercas - Salamina Askerleri

33. Nikos Kazancakis – Günaha Son Çağrı

34. Samet Ağaoğlu - Sovyet Rusya İmparatorluğu

35. Boris Pasternak - Doktor Jivago

36. Mihai Eminescu - Tüm Şiirleri

37. Italo Calvino – Atalarımız (İkiye Bölünen Vikont / Ağaca Tüneyen Baron / Varolmayan Şövalye)

38. G.I. Gurdjieff - Olağanüstü İnsanlarla Karşılaşmalar

39. Stefanos Yerasimos - Milliyetler ve Sınırlar: Balkanlar, Kafkasya ve Orta-Doğu

40. Fyodor Mihailoviç Dostoyevski - Ölüler Evinden Anılar

41. İrfan Orga - Bir Türk Ailesinin Öyküsü

42. Mark Mazower - Selanik: Hayaletler Şehri

43. Jean Genet - Açık Düşman

44. Gılgamış Destanı

45. Thomas de Quincey - Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet

46. Reza Aslan - Zelot: Nasıralı

47. Bram Stoker – Dracula

48.  Radu R. Florescu & Raymond T. Mcnally - Drakula ya da Kazıklı Voyvoda: Eflak Prensesi III. Vlad Tepeş'in Yaşamı

49. Anton Çehov - Bozkır & Bir Yolculuk Hikayesi

50. Robert Graves - Ben Claudius

1 Temmuz 2021 Perşembe

Türk Modelinin Çöküşü. Cihan Tuğal ile Söyleşi

"Türk Modelinin Çöküşü". Cihan Tuğal ile Söyleşi

İbrahim Beyazoğlu





Photo Credit: Gazete Duvar

İBRAHİM BEYAZOĞLU: Türk modeli ile ne demek istiyorsunuz? Türk modeli ne demek biraz açıklayabilir misiniz?
CİHAN TUĞAL: Bu aslında, daha çok Batılı güç odaklarının yaygınlaştırdığı bir ifade. Türkiye Cumhuriyeti’nin, liberal ekonomik model, sınırlı bir demokrasi ve muhafazakar İslam’ı harmanlaması kastedilen. İslam, Batı’nın muhayyilesinde, korporatist ya da rantiye ekonomileriyle ve otoriter veya kabilesel devletlerle özdeşleştirilen bir din. Türkiye, Evren ve Özal dönemiyle birlikte, bunların dışında bir atılım yapmaya başlıyor. Oraya kadar kenarda tutulan muhafazakar İslam, resmi ideolojinin temel taşı haline geliyor. Ancak, işçi hareketi Özal dönemini bitiriyor. Bunun arkasından devlet terörünün yoğun yaşandığı bir on yıl geliyor. AKP ise, hem işçi hareketini sessizce eritiyor, hem de muhafazakar İslam’ı Özal’dan çok daha merkezde bir noktaya yerleştiriyor. Bu da, hem esnaf ve küçük üretici, hem de işçi sınıfının örgütsüz kesimleri açısından devletle barışma fırsatı yaratıyor. Sonuç, liberal ekonomi ve sınırlı demokrasinin geniş kesimlerce benimsenmesi. Uluslarötesi sermaye ve Batı’nın liberal siyasi ve kültürel elitleri açısından, rüya gibi bir durum.

İBRAHİM BEYAZOĞLU: Türk modeli neden ve nasıl çöktü? Şu an bir Türk modeli tezi yok mu? Önce ve sonra diye kesin bir kopuştan söz etmek mümkün mü?
CİHAN TUĞAL: Türk modelinin sınırları, yerelde tam da “Türk”lüğünden, küresel çapta ise liberal ekonominin barutunu tüketmesinden geliyor. AKP bütün liberalleşmesine (ve de ümmet kardeşliği söylemine) rağmen, Kürt sorununu çözemiyor. Bunun birçok sebebi var ama, hiçbiri AKP’nin milliyetçi bakiyesi kadar önemli değil. AKP, tabanındaki milyonlarca Kürt’ün sarsılmaz İslami ve muhafazakar desteğine rağmen, etnik milliyetçi bir parti. 2010’ların başlarından itibaren, devletin temel reflekslerine dönmesi şaşırtıcı değil. Küresel çapta ise (liberal ekonominin gelişkin bir türü olan) neoliberalizmin tükendiğini görüyoruz. 2007-2008 krizi başta Türkiye’ye sıcak para akışına sebep oluyor ama 2013’ten sonra Fed’in para politikası değişiyor. Bu noktadan sonra, liberal siyaseti zaten sönümlenmekte olan AKP, liberal ekonomiyi de yavaş yavaş rafa kaldırıyor. Elbette yüzde yüz bir kopuştan bahsedemeyiz. Ancak Batı basınının artık Türkiye’nin şu andaki halini bir model olarak pazarlamadığı kesin bir gerçek. Hala AKP’nin ilk on senesine dönme hayalleri kuranlar var, içeride de, dışarıda da. Fakat bu gerçekçi bir beklenti değil. İslami hareketin milliyetçiliği ve dünya ekonomisinin buhranı bunu imkansız kılıyor.

İBRAHİM BEYAZOĞLU: Türk modeli çöktükten sonraki süreç nasıl işledi? Bu kırılmadan sonra gelişen sürece dair - eğer mümkünse- bir manzara eskizi yapılabilir? Mesela Immanuel Wallerstein'in Ütopistik ya da 21. Yüzyılın Tarihsel Seçimleri'nde işaret ettiği mealde çatallanmalar ortaya çıkabilir mi? Türk modelinin yerini almaya namzet başka bir paradigma veya söylem var mı?
CİHAN TUĞAL: Evet, ancak eskiz yapılabilir. Çok belirsiz bir süreçteyiz çünkü. Wallerstein’in ulus-devlet etrafında örgütlenen kurtuluş mücadelelerinin bir yere varamayacağı ama yeni kollektif öznelerin meydana geleceği tespiti için biraz erken. Yine de yanlış bir tespit denilemez. Kısa vadede ulus-devlet hala belirleyici. AKP faşizan bir rotaya yöneldikçe, muhalefetin ekseriyeti AKP’nin ilk dönemine öykünmeye başladı. Buradan muhalefet yürütmek çok sağlıksız. CHP bile, “bu memlekette sağın alternatifi sağdır” düsturuna hapsediyor ülkeyi. Bunun dışında kalan iki paradigma da, daha çok Kürt hareketi ve HDP çevresinde örgütlendi. Birisi, Mooray Bookchin’in özerkçi düşüncesi, diğeri Laclau ve Mouffe’un radikal demokrasi yaklaşımı. İkisinin de Ortadoğu halklarının kurtuluşu için bazı yollar açabileceğini düşünüyorum. Ancak bunlar aslolarak Kürt hareketi çevresinde örgütlendikçe, kadim Türk milliyetçiliğiyle birbirini besleyen bir kısır döngü oluşturuyorlar. Bütün topluma seslenebilecek, bütün demokratik potansiyelleri harekete geçirebilecek devrimci bir özne henüz oluşmadı.

İBRAHİM BEYAZOĞLU: Türk modeli meselesine dair kafa yormanıza sebep olan neydi? Bu minvalde, ele aldığınız Türk modeli ya da Türk tezi meselesinin mahiyetine ilişkin fikir edinmek eleştirel olduğunu iddia eden okurlar açısından neden önemli?
CİHAN TUĞAL: Türk modeli, Türkiye’nin de, İslam dünyasının da temel sorunlarını çözmeyen, ancak bu temel dertlerin üzerini bir güzel örten bir toplumsal, ekonomik ve siyasi düzenlemeydi. Türk modeli çöktükten sonra, özellikle Türkiyeliler, meseleleri ile daha doğrudan biçimde yüzleşmek zorunda kaldı. Tabii yüzleşmek, çözüm bulabilmek anlamına gelmiyor. Ama 2000’lerin sahte cenneti bitti. Bu da bir başlangıçtır. Buradan bakıldığında, tehlikelerden biri, tekrar o sahte cenneti vaat edenlerin cazibesine kapılmak. Dolayısıyla, genel kamuoyu ve eğitimli, eleştirel okur açısından, bu çökmüş modeli tekrar cazibe merkezi haline getirmek isteyen odaklara karşı tetikte olmakta fayda var.
 
İBRAHİM BEYAZOĞLU: Bu içerisinde yorum da barındıran bileşik bir soru: Walter Benjamin ve Martin Heidegger gibi düşünürlere bakacak olursak aslında süreçler içerisinde sistem ve tez analizi yapmak aslında zor ve riskli. Çünkü ortada "negativity" denen bir etken var. Yani, bu isimlerin ortaya koydukları "negativity" felsefesi prizmasından bakıldığında, bir sistemin nasıl işlediği en iyi o sistem çöktükten sonra anlaşılır. İlginçtir, Benjamin'in bir eserinde buna 'harabeler' (ruins) diyor mesela. Kısacası, hem Heidegger hem de Benjamin, yıkımın yapıları açığa çıkardığı için bu fikri dillendirirler. Siz buna katılır mısınız? Bu yıkım metaforu İslami liberalizm sorununa yaklaşmanın bir yolu olabilir mi?
CİHAN TUĞAL: Aslında hepsinin temelinde Hegel’in diyalektiği var. Benjamin ve Heidegger’in katkıları inkar edilemez, ve ikisi de (kendi felsefi çerçeveleri doğrultusunda) bu “negativity” fikrini başka yerlere götürüyorlar. Heidegger Hegel’in “negativity” anlayışını eleştiriyor, Adorno da Heidegger’inkini. Biz yine de Hegel’den başlayalım: “Minerva’nın baykuşu günbatımında uçar.” Yani, bir dönemin temel özelliklerini, ancak o dönem sona ererken anlayabiliriz. Biz de liberalizmin temel dinamiklerini, ancak liberalizm çökerken anlayabiliyoruz. Liberalizm, dünya çapında krizde. O yüzden de akademide, neoliberal ekonomiye dair incelemelerde bir patlama, hatta fazlalık yaşıyoruz. Artık bunlar birbirini tekrarlamaya başladı. Hatta bu fazlalık, yeni bir döneme geçildiğinin farkına varılmasını engelliyor. Türk modeli, yani İslami liberalizm de, bu küresel liberal dönemin bir parçasıydı. Kısacası, evet, tam da yıkıntıların içinde yüzdüğümüz için İslami liberalizmi daha iyi anladığımızı düşünüyorum. Yeni dönemin parametreleri içinse aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Buradan Benjamin’e bir köprü atacak olursak, onun felsefesinde vurgu mistik olana ve bütünlüğü içinde anlaşılamayacak olanadır. Liberalizm için bunun söylenebileceğinden emin değilim: dünya çapındaki neoliberalizmi de, İslami liberalizmi de, bir bütünsellik içinde kavrayabiliriz. Ama belki önümüzdeki dönemde göreceğimiz faşizan ve ekolojik yıkım için Benjaminci bir şeyler söylenebilir.
  
İBRAHİM BEYAZOĞLU: Kitabı önce İngilizce yazdınız. Akabinde Osman Akınhay (Agora Kitaplığı) Türkçe’ye kazandırdı. Türk Modelinin Çöküşü her iki dilde nasıl tepkiler uyandırdı? Okur tepkileri nasıldı?
CİHAN TUĞAL: İki dilde de genelde olumlu tepkiler aldım. Yapıcı ve yapıcı olmayan eleştiriler de var elbette. Yapıcı eleştiri olmadan herhangi bir entellektüel gelişim olamaz. O açıdan, gelen eleştirilere büyük önem veriyorum ve şu anda yaptığım araştırma ve çalışmalarda da bunları göz önünde bulunduruyorum. 
 
*
 
İBRAHİM BEYAZOĞLU: Yakın zamandaki Türkiye - Kıbrıs ilişkilerine bakma fırsatınız oldu mu? Gidişatın seyrini nasıl değerlendiriyorsunuz? Daha önce adaya gelme fırsatınız oldu mu?
CİHAN TUĞAL: Türkiye’nin kadim nüfus politikasını biliyoruz. Ada yerlisinin idaresini hiçe sayan resmi politikalar, yine de sessiz sedasız yürütülürdü. Son dönem daha sorunlu. Seçimlere, gazetelere bu kadar müdahale edilmesi ise herhalde az yaşanmıştır. Bir o kadar üzücü olan da, bölgedeki suç çetelerinin, belli ki Türkiye’deki karar üslerinin de onaylarıyla, adada iyice yayılmış olması. Seçimler, gazetecilik ve uyuşturucu trafiği hakkındaki iddialar korkunç. Tüm bunları, ve başka vahim iddiaları, yalanlayan da yok. Akıncı’nın istihbarat memurları tarafından tehdit edildiği doğru mu mesela? Eğer bu doğruysa, Türkiyeliler’in iradesine de saygısızlıktır. Türkiye’de yaşayanların vergileriyle ayakta duran bir kurumun, seçimle iş başına gelen birine illegal baskı yapması, demokratik bir iradenin ürünü mü? Bu memurlar, “Biz en yukarıdan geliyoruz” ifadesini gerçekten kullanmışlar mıdır, ve bundan kastedilen nedir? Biz gençliğimizde, başka ülkelerin demokratik seçimleriyle oynamayı sadece baş emperyalist ABD’ye yakıştırırdık. Alt-emperyalizmimiz, başka ülkelerin seçimlerini bozma kapasitesine ulaşmış mıdır gerçekten? Buna niyet bile edildiyse, rejim taraftarları bu CIA taklidi uygulamaları sık sık başvurdukları anti-emperyalist söylemle nasıl bağdaştırıyorlar? Türkiye’de de, Kıbrıs’ta da ufukta barış ve gönüllü birliktelik görünmüyor. Ben yine de, iki coğrafyanın da dinamiklerine güveniyorum. Şimdiye kadar fırsatım olmadı ama, yakın bir zamanda da adayı ziyaret etmeyi umut ediyorum. Doğası, toplumsal mücadele gelenekleri ve müziğini yakında tecrübe etmek istiyorum.

*
 
İBRAHİM BEYAZOĞLU: Arap Baharı üzerinden neredeyse 10 sene geçti. Hala sonuçları hissedilen bir süreç aslında. Sizce öyle mi? Uzaktan bakınca homojenlik düzeyi yüksek bir hareket değil gibi sanki. Bu sürecin Türkiye açısından ne gibi etkileri oldu? Genel tabloyu nasıl görüyorsunuz?
CİHAN TUĞAL: Bu sürecin en önemli yanı, “Araplar demokrasi memokrasi istemez” önyargısını geçersiz kılması. Arap halklarının talepleri ve hareketleri, küresel demokrasi güçleriyle kesişti, örtüştü, yer yer birleşti. Tahrir işgali Occupy Wall Street’i tetikledi. Yani, Araplar Amerikalılara önderlik etti. Ezberler bozuldu. Ayaklanmalar homojen değildi elbette ama, diktatörlerin devrilmesi, hürriyet, ekmek, toplumsal adalet gibi ortak talep ve sloganlar vardı. Maalesef, somut, kurumsal değişiklikler açısından büyük atılımlar yaşanamadı. Sosyalistlerin en örgütlü olduğu Tunus’ta, en geniş kazanımlar elde edildi. Fakat burada bile düzenin temel parametreleri değişmedi. Mısır bir facia, Suriye ve Yemen ise trajedi. Suudi Arabistan ve Türkiye’nin Suriye ayaklanmasını militarize etmesi, Arap Baharı’na vurulan en büyük darbelerden biriydi. Suriye’deki mücadele daha bir senesini doldurmadan, büyük devletler arasında bir vekalet savaşına dönüştü. Türkiye buradan, alt-emperyalist emellerinin yapıcılıktan çok yıkımla sonuçlandığı dersini çıkaracağına, saldırganlığını iyice arttırdı. Suriyeliler için bir kabus olan süreç, Ankara’da zafer hanesine yazıldı, yazılıyor. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, geriye kalan, on yıllarca unutulmayacak bir demokrasi ve toplumsal adalet beklentisi. Bunların zaman zaman Lübnan ve başka yerlerde alevlendiğini görüyoruz. Daha çok alametler göreceğiz. Hülasa, artık dünya devrimi Arap halklarından bağımsız düşünülemez.
 
İBRAHİM BEYAZOĞLU: Akademisyenden kendi halindeki vatandaşa kadar birçok kişi komplo teorisine müracaat etmekte beis görmüyor. Komplo teorileri ve jeopolitik son zamanlarda neredeyse el ele gidiyor. Bu tuhaf değil mi? Siz böyle bir sıkıntıdan mustarip misiniz?
CİHAN TUĞAL: Bana özellikle televizyonlardaki durum korkutucu geliyor. Yaşını başını almış, olgun gözüken bir takım adamlar, 30-40 dakika boyunca, hiçbir kanıt öne sürmeden, olmadık olayları birbirine bağlıyor. Dediğiniz gibi, bu adamlardan bazılarının adının önünde bir de akademik ünvan var. Amerikan radikal sağının marjinal radyolarında, dünyayı Marslıların yönettiğini iddia eden meczuplardan çok farkları kalmamış. Tek fark, Türkiye’de bunun anaakım medyada yapılıyor olması. Üstelik bu yorumcuların mantık kurguları da güçlü. Bu detaylı açıklamalara maruz kalan sıradan vatandaşın da aynı şekilde düşünmeye başlamasına şaşırmamalı. Komploculuğun cazip gelmesinin bir nedeni de, toplumsal hareketlerin kuvvetten düşmesi. Toplum kaderini kendi ellerine almayınca, bu tür bir ruh hali kaçınılmaz. Evet, doğru, hepimizin gözlerinden uzak olduğu halde hayatımızı belirleyen süreçler var. Ancak bunlar, sadece istihbarat örgütleri ya da diğer karanlık kurumlar değil. Dünya kapitalizminin ve emperyalizmin, komploculuğa başvurmadan da açıklanabilecek dinamikleri. Ve toplum baştan aşağı örgütlenirse, bu dinamikler kontrol altına alınabilir, ya da tersine çevirebilir. Gündelik algımızın ötesindeki dinamiklere buradan baktığımızda, sonuç bilinçli bir siyasallaşma olur. Bu dinamiklere komplocu bir şekilde yaklaşırsak, kadercilikten veya fanatizmden başka bir yere gidemeyiz.
 
*
 
İBRAHİM BEYAZOĞLU: Sizin için de uygunsa, söyleşiyi özel iki soru soru ile bitirmeyi tasarlıyorum. Bundan tam olarak emin olmamakla birlikte, yakın zaman çalışmalarınızda, özellikle Türk Modelinin Çöküşü kitabından sonraki dönemde, biraz karamsar bir tablo çizdiğiniz izlenimine kapıldım. Bir nevi — Romain Rolland’ın deyişiyle — aklın karamsarlığı, iradenin iyimserliği sanki. Ama yanılıyor da olabilirim.
CİHAN TUĞAL: Deyiş Romain Rolland’a ait, evet. Ama bunu siyasi ve kuramsal bir formüle dönüştüren Antonio Gramsci. Malum, iç karartıcı bir dönemde yazıyordu. Kendi ülkesine hakim olan faşizm, Avrupa’yı hakimiyeti altına almaktaydı. Bizim önümüzde de, faşizan iktidarlar kadar, yangınların, sellerin, pandemilerin kavuracağı bir dünya ihtimali var. Ama doğru, iyimser de olmalıyız. Fakat saf bir iyimserlik olamaz bu. Elon Musk’ın önderliğinde üç beş bin kişinin Mars’a yerleşmesiyle, ya da kendiliğinden çözülecek sorunlar değil bunlar. Ancak çok geniş kesimlerin örgütlenmesiyle, ve işçi sınıfına muadil bir öznenin tekrar tarih sahnesine çıkmasıyla insanlık bu süreçleri durdurabilir. Biraz önce değindiğimiz Benjamin’i tekrar anacak olursak, bu yazar ve Gramsci’nin aynı dönemi gayet farklı deneyimlediğini söyleyebilirz. Nazi işgalinin Avrupa’ya yayılması birinin, İtalyan hapishaneleri diğerinin sonunu getiriyor. İkisinin tahlilleri de aşırı karamsar ama o karamsarlık onları başka çözümlere yöneltmiş. Biri geçmişten bugüne sıçrayan bir mistisizmden, diğeri bugünün içinden yarını kuran bir devrimci iradeden medet umuyor. Siyasi bir duruş olarak ikincisinin daha sağlıklı olduğunu düşünmekle birlikte, Benjamin’in yaptığı gibi, kadim dinlerin zengin mistik geleneklerinden beslenmenin de, insanlık tecrübesi ve varoluşun önemli ve vazgeçilmez bir parçası olduğu kanaatindeyim. Yine de temel referans noktam, Benjamin’den çok Gramsci. Aklın karamsarlığı ve iradenin iyimserliğine her zamankinden fazla ihtiyaç var.
 
İBRAHİM BEYAZOĞLU: Böyle yoğun bir araştırma temposu, akademik işler ve ders yükünden fırsat bulup da kafa dağıtmak için bir kitabevine girdiğiniz zaman daha çok hangi tür kitaplara yönelirsiniz? Mesela Umberto Eco, Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi kitabı için şakayla karışık “günahlarımdan biri” demişti. Sizin de öyle “günah”larınız var mı? Edebiyatı veya yeni çıkan yayınları takip eder misiniz?
CİHAN TUĞAL: En büyük günahım şiir. Her fırsatta Nazım okurum. Arada bir Ece Ayhan, Turgut Uyar, İsmet Özel, Hasan Hüseyin. Diğer dillerde de şiir okuyorum ama, Nazım’dan aldığım tadı alamadım şimdiye kadar. O yüzden Amerika’da, Fransa’da girdiğim kitabevlerinden genelde hayal kırıklığıyla ayrıldığımı söyleyebilirim. İngiliz ve Amerikan edebiyatında, dil kullanımından derin tat aldığım yazarlar Orwell, Hemingway, ve son zamanlarda Alice Munro. Hayatı bu günahlar olmadan düşünemiyorum.


Cihan Tuğal Kimdir?

Yazar ve sosyolog olan Cihan Tuğal Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden mezun olmuştur. Akabinde Michigan Üniversitesi'nde sosyoloji doktorasını yapmıştır. 2005 yılından beri California, Berkeley Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde sosyoloji, siyasi sosyoloji ve kültür üzerine dersler vermektedir.

Profesör Cihan Tuğal, Boğaziçi Üniversitesi, San Diego Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitelerinde misafir hoca statüsünde ders vermektedir. 

Cihan Tuğal'ın Bazı Eserleri:

The Fall of the Turkish Model: How the Arab Uprisings Brought Down Islamic Liberalism.  Verso.

Caring for the Poor: Islamic and Christian Benevolence in a Liberal World. Routledge.
 
Passive Revolution: Absorbing the Islamic Challenge to Capitalism. Stanford University Press

Türk Modelinin Çöküşü. Agora Kitaplığı

Gezi 'nin Yükselişi, Liberalizmin Düşüşü. Agora Kitaplığı

Pasif Devrim. Koç Üniversitesi Yayınları


18 Haziran 2021 Cuma

INTERVIEW WITH SIMON CRITCHLEY

INTERVIEW WITH SIMON CRITCHLEY
 

İbrahim Beyazoğlu

 #EURO2020 #JacquesDerrida #Football #Soccer #America #England #Animism  




Beyazoğlu: Galatasaray fans today hold the legendary player Dževad Prekazi (who also represented the former Yugoslavia national team) in high esteem. He is best remembered for his goal against Monaco in 1989, which helped Galatasaray to reach the semi-final in the European Cup that year—the Champions League of today (https://www.youtube.com/watch?v=djh4fDLxkb0). It is often said that the the ball has a behavioural manner. It conducts itself, so to speak. Dževad Prekazi said it along these lines: if the ball does not want to go into the net, it will not; "the ball has a life. The ball does not cross the goal line if it does not want to". Sometimes, after an unlucky loss, you can hear managers and players telling the media, "the ball did not favour us today". Can we relate this to your chapter, “What is it like to be a ball?” Because in your book, What We Think About When We Think About Soccer, you state that, “Everything seems alive. Even the ball seems alive. The ball seems to animate itself and to possess an intelligence and awareness. It is a quasi-object, full of subjective investment, hovering between the animate and the inanimate”.

 

Simon Critchley: Yes, it is a remarkable goal and the ball seems to have a life of its own. So, I agree. My point in the book is that in watching football we enter an animistic universe, a world where things are as alive as persons. There is something archaic and religious about all this. I see football not so much as a sport as a devotional, religious practice. You worship Galatasaray, as you should.  

 

Beyazoğlu: From time to time, in your work, you point to transformative border situations, threshold moments. Your hilarious expression “suspenseful present” in the book is striking. Does “suspenseful present” bear any relationship to Derridean thinking? Can we establish a relationship between your phrase and Derrida’s deconstructive moments, playful presence of spatiotemporality or différance?

Simon Critchley: I don't think so. It certainly was not on my mind. But I knew Derrida quite well and even talked football with him, probably around the time France won the world cup in 1998. He had been a goalkeeper in Algeria, but said he no longer watched the game. I tried to explain the world-historical importance of his compatriot Zidane to him.   

  


 

Beyazoğlu: In the chapter, “De-subjectifying Football”, you write that “play takes primacy over the consciousness of play. Namely, play is not explained through subjective intentions, brain states or biological functions, just as it is not explained away through endless statistics and data (...). If the player is playing well, not very much is going on in their ‘mind’ at all, and this is the entire point: play and not the consciousness of play”. Is there any team, school of football or player resembling or representing a football without a subject—de-subjectified football? Maybe Brazil?

Simon Critchley: The point is that football takes place in what Latour calls 'the middle kingdom', between persons and things, where both are alive. It is a question of thinking about the lived dynamics of play, as the game is played, which is not in our heads, but on the field of play.  

 

Beyazoğlu: When Antonio Negri was in exile in France, he was deprived of football. He writes that “When I was teaching at the University of Paris-VIII, I could not discuss the situation of Olympique Marseille or Paris Saint-Germain with anyone but the department secretary, Helene. The other professors did not give a toss for it”. Seemingly, one of the reasons which necessitated Negri’s return to Italy, at the expense of being imprisoned, was Calcio. Can you relate Negri’s situation to your experience in the US? Do you experience difficulty in talking about football in America?

Simon Critchley: Yes, I completely sympathize with Negri's situation. I had to hide my deep love of football and especially LFC for many years. I wanted to dedicate my Ph.D. thesis to Kenny Dalglish but was advised against it. I think there has been a significant change in the way football is talked and written about in the last 20 years and this makes me VERY happy. I can't speak for America, but I watch nearly all my LFC games in New York and there is a really sophisticated fan culture there. I meet LFC fans all the time. And used to buy my fruit from a passionate Galatasaray fan. So, it is possible to talk sensibly about football in New York. But New York is not the USA.  

 

Beyazoğlu: As you know, EURO 2021 is drawing near. Even though The COVID-19 pandemic has made us change the way we relate ourselves to football, most of us are already looking forward to watching the games. How do you see England's chance in Euro 2021? Is there any other team apart from England that you want to monitor particularly?

Simon Critchley: I have only ambiguous feelings about the English national team and find the behavior of England fans reactionary and embarrassing. Liverpool is in England, but not OF England, which is why we think of LFC as international, European royalty and so on. I will watch the Euros closely. I am curious to see how far Turkey will go. I hope they go far. My feeling is that France will win. As they have the best players. I don't really care about England.

 

Simon Critchley ile Futbol Üzerine Söyleşi: “EURO 2020, Liverpool ve İngiltere”

“EURO 2020, Liverpool ve İngiltere”
Simon Critchley ile Futbol Üzerine Söyleşi
İbrahim Beyazoğlu (Söyleşi)
11 Haziran 2021 Cuma

#antonionegri, #euro2020, #futbol, #galatasaray, #ingiltere, #jacquesderrida, #liverpool


Galatasaray taraftarları efsanevi oyuncuları Cevat Prekazi'ye çok büyük saygı duyuyorlar. Prekazi denince akla hemen 1989’da Monaco'ya attığı gol geliyor. O gol sayesinde Galatasaray Şampiyon Kulüpler Kupası’nda (günümüz Şampiyonlar Ligi muadili) yarı finale çıktı. Monaco’ya bu golü atan Yugoslav topçu Prekazi'nin “Topun canı vardır, isterse girer kaleye" minvalinde, futbolseverlerce, iyi bilinen bir deyişi var. Mesela bu coğrafyada oynan maçların hemen ardından umduğunu bulamamış bir oyuncu veya teknik direktör basın mensuplarına “top bizi sevmedi” gibi beylik laflar sarf edebiliyor. Tüm bunlar, Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz?[i] adlı kitabınızın “Top Olmak Nasıl Bir Şey?” başlıklı bölümüyle ilişkilendirilebilir mi? Çünkü siz orada “Her şey canlı gibi. Top bile canlı sanki. Kendine can veriyor, bir aklı ve farkındalığı var âdeta. Öznel içerimlerle dolu bir nesnemsi, canlı ile cansız arasında salınıyor” diyorsunuz.

[Youtube’da Prekazi’nin golünü izledikten sonra]. Evet, dikkate şayan bir gol ve bu golde topun kendine ait bir yaşamı varmış gibi görünüyor. Yani, söylediklerine katılıyorum. Benim bu kitaptaki amacım, futbol temaşa edilirken animistik bir evrene, her şeyin insanlar kadar canlı olduğu bir dünyaya dahil olduğumuza işaret etmek. Tüm bu olup bitende arkaik ve dinî bir şey var. Ben futbolu bir spordan çok adanmışlık, dinî bir uygulama telakki ediyorum. Ve sen de, gayri ihtiyari, Galatasaray'a tapıyorsun.

Kitapta, belirli aralıklarla değişen-dönüşen sınır durumları ve eşik momentlerine dikkat çekiyorsunu. Bilhassa “her şeyin askıya aldındığı bir şimdi” ifadeniz son derece çarpıcı ve nefes kesici. “Her şeyin askıya aldındığı bir şimdi” kavramı ve Derridavari düşünce arasında bir bağ var mı? Mesela, yapısökümcü momentler, uzam-zamansallığın oyuncul mevcudiyeti veya différance ile bir ilişki kurabilir miyiz?

Sanmıyorum. Kesinlikle aklımda öyle bir yaklaşım yoktu.  Ama Derrida'yı çok iyi tanıyordum ve onunla futbol bile konuşmuşluğumuz var. Sanırım Fransa'nın 1998 Dünya Kupası’nı kazandığı dönemdi. Hemşehrisi Zidane'ın dünya tarihine mal olmuş bir kişilik olduğunu ona açıklamaya çalıştım. Derrida Cezayir'de kalecilik yapmıştı. Gelgelelim artık futbol maçı izlemediğini söyledi.

Kitabın "Futbolu Öznesizleştirmek" kısmında “oyun, oyunun bilincinde olmaktan önce gelir. Başka bir deyişle oyun özel yönelimle, beyindeki hallerle ya da biyolojik işlevlerle açıklanamaz, keza uçsuz bucaksız istatistikler ve verilerle de açıklanamaz (...) oyuncu iyi oynuyorsa ‘aklından’ pek de bir şey geçmez, mesele tam da bundan ibarettir: oyunun bilincinde olmak değil, oyunun kendisi”[ii] diyorsunuz. Bu açıklamaya, yani öznesiz futbola ilişkin bize fikir verebilecek bir takım veya ekole işaret etmek mümkün mü? Mesela Brezilya?

Mesele şu ki, futbol Latour'un “orta krallık” dediği yerde, kişiler ve şeyler arasında ve bunlarının her ikisinin de yaşam bulduğu bir zeminde cereyan eder. Burada söz konusu olan şey, maç esnasında sahada cereyan eden -kafamızda yaşanan bir ilişki şekli değil de- oyunun yaşanmış dinamiklerini düşünmek meselesidir.

Antonio Negri, Fransa’daki sürgün günlerinde futboldan mahrum bırakılmıştı. Kendisi bir keresinde “Paris-VIII Üniversitesi'nde ders verdiğim sıralarda Olympique Marseille'in veya Paris Saint-Germain'in durumunu bölüm sekreteri Helene dışında kimseyle tartışamıyordum, öteki hocaların hiç ipledikleri yoktu”[iii] demişti. Görünüşe göre futbol, Negri’nin tutuklanıp hapis yatma pahasına, İtalya’ya dönme sebeplerinden bir tanesi. Negri’nin yaşadığı futbol mahremiyeti ve senin ABD’deki yaşamın arasında bir denklik kurmak mümkün mü?  Mesele futbol olunca Amerika’da muhatap bulmakta sıkıntı yaşıyor musun?

Evet, bu hususta Negri’yi kendimle hemhal buluyorum. Futbol sevgimi ve bilhassa derinlere kök salmış Liverpool (LFC) tutkumu uzun yıllar boyunca gizlemek zorunda kaldım. Doktora tezimi Kenny Dalglish'e adamak istediğimde bundan alıkonulmuştum. Son yirmi yılda futbolun dile getirilme ve yazılma biçimlerinde göze çarpan bir değişikliğin tezahür ettiğini düşünüyorum ve bu da beni bir hayli mutlu ediyor. Amerika adına konuşamam ama New York'ta neredeyse tüm LFC maçlarımı izliyorum ve orada gerçekten de sofistike bir hayran kültürü var. Kendimi bildim bileli LFC taraftarlarıyla tanışırım. Ayrıca meyvelerimi tutkulu bir Galatasaray fanatiği olan bir manavdan alırdım. Ezcümle, New York'ta makul bir şekilde futbol konuşmak mümkün. New York, ABD değildir.

Bildiğin gibi EURO 2020’nin eli kulağında. Covid-19 futbolla ilişkimizi biraz değiştirse de birçoğumuz turnuvayı iple çekiyor. İngiltere'nin EURO 2020'deki şansını nasıl görüyorsun? İngiltere haricinde bilhassa izlemek istediğin başka bir takım var mı?

İngiliz milli takımına karşı hislerim sadece müphem ve İngiltere taraftarlarının sergiledikleri davranışlarını gerici ve utanç verici buluyorum. Liverpool, İngiltere’de olsa da, İngiltere değildir. İşte tam da yüzden Liverpool’u uluslararası ve bir Avrupalılık bağlamında tahayyül ederiz. Avrupa Şampiyonası’nı yakından takip edeceğim. Türkiye nereye kadar gidecek merak ediyorum. Umarım turnuvada epeyce ilerlerler. Ben bu turnuvayı Fransa'nın kazanacağını düşünüyorum. Çünkü en iyi oyunculara sahipler. İngiltere umurumda bile değil.


[i] Critchley, Simon. (2018). Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz?, çev. Oğuz Tecimen, İstanbul: Metis, s. 57.

[ii] A.g.e., s. 51.

[iii] Negri, Antonio. (1998). “Milan, Kesinlikle!”, çev. Ulus Baker, https://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=7,59,0,0,1,0

25 Mayıs 2021 Salı

Kıbrıslı okurlar için Sevan Nişanyan ile Söyleşi: "Ada lehçesine bayıldım"

Kıbrıslı okurlar için Sevan Nişanyan ile Söyleşi: “Ada lehçesine bayıldım”


İbrahim Beyazoğlu

Samos ve Şirince


İBRAHİM BEYAZOĞLU:  Şu anki ruh haliniz nasıl?

SEVAN NİŞANYAN: Pandemi rezaletinden çok sıkıldım. Sadece hapsedilmek değil. Bütün toplumun hapsedilmeyi kuzu kuzu kabul etmesi, seve seve gerekçelendirmesi, itiraz edenlere tepki göstermesi beni bunaltıyor. Bütün dünya, en azından Batı dünyası diyelim, eleştirel düşünme yeteneğini topyekün kaybetti gibi geliyor bana. Bunun verdiği bir çaresizlik hissi var.

İBRAHİM BEYAZOĞLU:  Söyleşiye sanırım nereden başlayacağımı biliyorum. Sizinle iletişim kurup söyleşi yapmak neden bu kadar zor?

SEVAN NİŞANYAN: Hazır bir kalıba oturtamıyorsunuz ondan olabilir mi? İyi kötü tanıdığınız tiplemeler vardır, milli, mesleki, sınıfsal, ideolojik, psikolojik hazır kalıplar. O kalıpları habire bozmakla meşgul olduğumdan belki nerede duracağınızı kestiremiyorsunuz. Aslında iletişim kurması zor biri değilim sanıyorum, mailim filan gizli değil, asgari bir sevimliliği olan herkesle rahatça konuşurum, soru sorana dürüstçe cevap vermeye çalışırım, gırgır geçmeyi severim, kravat takmam.


İBRAHİM BEYAZOĞLU: Türkiye'ye geri dönme şansınız olsa, döner miydiniz?

SEVAN NİŞANYAN: Ziyaret için elbette. Kalmak ister miyim, ne kadar tahammül edebilirim kestiremiyorum.


İBRAHİM BEYAZOĞLU:  Neden Samos'ta yaşamayı tercih ettiniz? Sizce ait olduğunuz yer Samos mu? Yuva mı? Samos'ta günleriniz nasıl geçiyor? Orada kendi habitusunuzdasınız diyebilir miyiz?

SEVAN NİŞANYAN: Eskiden beri sevdiğim bir yerdi. Şirince’deyken fırsat buldukça gelir “ah şu köyde bir evimiz olsa” geyiği yapardık. Dünya güzeli bir yer, iklimi mükemmel, yaşantısı sakin, modern dünyanın çirkinliklerinden nasibini almamış, insanları kalender ve medeni, fiyatlar uygun. En önemlisi tabii Şirince’ye bir taş atımı mesafede, Türkiye’den ulaşımı kolay. Bir sürü projem vardı, yaz okulları düzenlemek, Matematik Köyü ile paslaşmak, Türkiye ile Yunanistan arasında iki ayaklı birtakım kültür projeleri yapmak kabilinden. Arkadaşlarım, çocuklarım karşıda, onlar gider gelir diye düşündük. Şimdi bir buçuk sene oldu sınır kapalı. Berlin Duvarı’ndan beter bir bariyer girdi araya. Kim tahmin edebilirdi ki?


İBRAHİM BEYAZOĞLU:  Şirince ile bağınız var mı? Kütüphanenizin akıbeti ne? Aslanlı Yol’da “hakiki bir kütüphane nasıl bir nimettir ... hakiki bir kütüphanenin verdiği zevkin yamacına hiçbir şey yaklaşamaz” dediğinizi biliyorum mesela (s. 132-133).

SEVAN NİŞANYAN: Nişanyan Otel şimdi büyük oğlumun yönetiminde, covid yüzünden millet Türkiye’ye hapsedileli beri tarihinin ticari açıdan en parlak günlerini yaşıyor. Matematik Köyü buna karşılık maalesef pandemi paniğine yenik düştü, bir yılı aşkın süreden beri kendini izole etti, uzun bir kış uykusuna yattı. Kaya mezarım aslanlar gibi duruyor. Nişanyan Kütüphanesi de yerli yerinde.


Covid şaklabanlığı biterse insanlar gene kullanabilecek.

Bugün vardığımız noktada henüz British Library yahut Fransa Milli Kütüphanesi ya da büyük üniversite kütüphaneleri gibi ciddi araştırma koleksiyonlarının yerini tutabilecek birşey yok. Onlar dipsiz kuyu gibidir, bilgi dünyasının sınırlarına yaklaştıkça, önünde kademe kademe açılırlar. Muazzam bir hazdır ona tanık olmak. Ancak orta boy kütüphanelerin, yarım milyondan az kitap taşıyan yerlerin çağı artık kapandı sanırım. Oralarda bulmayı umduğun hemen herşeyi internetten şıp diye temin edebiliyorsun. Avrupa’nın son ucundaki bir adanın kervan geçmez bir dağ köyündeki evimde oturup bayağı ciddi araştırma projelerinin altından kalkabiliyorum. Ne bileyim, Ortaçağda Hindistan kişi adları yahut filan ülkenin askeri alımları hakkında araştırma yapabiliyorum.


 “Yanlış Cumhuriyet”

İBRAHİM BEYAZOĞLU: İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransız felsefesinden - Mesela Derrida, Foucault gibi düşünürler - pek hoşlanmıyorsunuz sanırım.  Daha çok Aydınlanma mirası ve klasiklerin bir mahdumu olduğunuz izlenimine kapılıyorum. Yanlış Cumhuriyet'te yaptığınız tam olarak Derridavari bir yapısöküm. Yani çelişki ve tutarsızlık olduğunu düşündüğünüz olguları ortaya çıkarıyorsunuz.  Benzer surette "tarih okurken devamlı soru sormak lazım. Temel soru: Bunu neden anlatmışlar? Neyi saklamaya çalışıyorlar? Çünkü gerçek hayat devasa kara deliklerle doludur. Anlatının işlevi o kara delikleri göz alıcı bir perdeyle örtmektir" öneriniz de kulağa semptomatik okuma yöntemi gibi geliyor. Bu Althusser ve Macherey gibi Fransız Marksistlerin geliştirdiği bir yaklaşım. Siz iyi bir okurun bu soruları sorması gerektiğini savunuyorsunuz. Yani olana değil olmayana ya da örtülü olana, saklı olana uğraşmak. Yine de siz bu yaklaşımlara alabildiğine mesafelisiniz.

 

SEVAN NİŞANYAN: Evet, Aydınlanma mirası beni daha çok heyecanlandırıyor. Rasyonel eleştiriye tutkunum. Mistifikasyon bulutlarını dağıtmak, kalıp düşüncelerin ve kaypak sloganların arkasına saklanan mantık körelmelerini teşhis etmek hoşuma gidiyor. Hazır düşünce kalıplarını tekrarlamayı marifet sayan insanlar bana zihnen tembel, daha kötüsü ahlaken sorunlu geliyor. Yapısöküm iddiası, elbette, bu açıdan tasvip edeceğim bir şey. Foucault benim fikri gelişimimde katkıları olan biri, ona bir şey demem. Belki post-Sartriyen Fransız entelektüalizminin o cafcaflı, egosantrik üslubuna biraz gülerim, o kadar. En karmaşık, en cesur fikirlerin bile yalın ve anlaşılır bir dille söylenmesini önemsiyorum. Derrida’yı ise yıllar önce üniversitemde verdiği bir konferans dizisinde izlemiştim. O zaman şarlatan olduğu kanısına vardım. Bir daha da ilgilenmedim.

 

İBRAHİM BEYAZOĞLU: Yanlış Cumhuriyet raflardaki yerini alır almaz yankı bulmuştu. Büyük gürültü koparmıştı. Sanırım internet kullanmadan yapılan bir çalışmaydı. Yanlış Cumhuriyet’in en çok hangi yönü sizi tatmin etti? Araştırma sürecinde en çok hoşunuza giden ne oldu? Yanlış Cumhuriyet’e yeniden başlayabilseydiniz neyi değiştirirdiniz?

SEVAN NİŞANYAN: 1994-95’te o kitabı yazdığımda internet henüz oyuncaktı, 2008’de ilk kez basıldığında da ciddi bir araştırma ortamı olmaya yeni yeni adım atıyordu. Kütüphanelerde dağlar gibi fotokopi çektirerek, ikinci el kitapçılardan sararmış broşürler toplayarak yazıldı kitap.

Yanlış Cumhuriyet’te her şeyden önce bir duygusal inançlar yığınına dönmüş olan Kemalist söylemi soğukkanlı bir akıl süzgecinden geçirmeyi denedim. Bir dizi soru ve cevaba indirgedim. Her iddiaya karşı “bu doğru mu?”, “doğru olup olmadığı nasıl kanıtlanır?” “başka bakış açısı mümkün müdür?” “şöyle bir itiraza ne cevap verir?” sorularını sordum. O açıdan bence tatmin edici bir çalışmadır. Eleştirel aklı duygusal tercihlerinin önüne koymaya çalışan biri için ufuk açıcıdır.

Hedeflediğim kesim tabii o güne dek tanıdığımı zannettiğim, Batı tipi eğitim almış “modern” okur kesimiydi. O kesimin ezici çoğunluğunun maalesef ne denli koyu bir dogmatik saplantıya gömülmüş olduğunu, inançlarını savunmak için ne denli acımasız olabileceğini kestirememişim. Kitap daha önce varlığından çok haberdar olmadığım bir başka kesimde rağbet gördü. Muhafazakar aile çevresinden gelip bir çıkış yolu arayan, Milli Eğitim’in empoze ettiği değerleri sorgulayan gençler etkilendi kitabımdan. Robert Kolejlilerin yüzde doksanı adeta sınıfsal bir ihanet olarak algıladı, o okulun mezunlarının son elli yılda ürettiği kayda değer üç beş kitaptan biri olan Yanlış Cumhuriyet’i.


Jeopolitik, Brzezinski ve Biden

BEYAZOĞLU: Siyasetbilimcisiniz de aynı zamanda. ABD'de bir dönem Jimmy Carter'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Zbigniew Brzezinski'nin fakültede asistanıydınız. Sizce jeopolitik metinler okurken neden bu denli paranoyak komplo teorileri, kıyamet senaryoları ve meczup kehanetler barındırıyor?  İnsanların dünyayı nasıl algıladıkları kişiliklerinee dair ipucu vermez mi?

SEVAN NİŞANYAN: Komplo teorilerinin kaynağı cehalettir. Dünyanın nasıl işlediğine ilişkin bir bilginiz yoksa olup biteni gizli bir iradenin yönlendirdiği fikrine kapılırsınız. Antik dünyanın tanrıları da aşağı yukarı böyle doğdu. Güneşin nasıl olup her gün doğudan doğup batıda battığını anlamıyorsanız en kestirme çözümdür Apollon yahut ona benzer biri atına binip sürüyor diye düşünmek. İşte buyurun komplo teorisi: Gizli bir el yönetiyor.

Yalnız bunu söylerken kamusal cehaletin kaynaklarını da gözden kaçırmayalım. Brzezinski’nin ta 1981-82’de ısrarla üzerinde durduğu konulardan biri kamuoyunu yönlendirmenin önemiydi. Vietnam felaketi ABD yönetimi için bir ders oldu. İç kamuoyunu ve medyayı kontrol etmenin ne kadar mühim bir savaş aracı olduğunu fark ettiler. Konuyu o tarihten sonra askeri bir mantıkla ele aldılar. Kamuoyunun zihnini bulandırmayı yüksek bir sanata dönüştürdüler.

Bilmem farkında mısınız, büyük devletlerin diplomatik hedefleri 20. yüzyılın son çeyreğine dek az çok kültürlü birinin kavrayabileceği ve tartışabileceği bir konudur. O tarihten bu yana gitgide opaklaştı, bizzat karar verme mekanizmaları içinde olmayan birinin asla nüfuz edemeyeceği bir sır perdesine büründü. Buyurun Irak savaşı, 11 Eylül saldırıları, covid paniği. Bırakın ortalama kültürlü insanı, bizzat karar vericilerin dahi olayların mantığını kavrayabildiklerinden artık emin değilim. Bu da, bana sorarsanız, ürkütücü bir durum.

 

BEYAZOĞLU: Siz Karl Popper’ı seversiniz. O da komplo zihniyeti mahfillerinde böyle bir eleştiri yapmıştı. Popper’a hala sempatiniz var mı?

SEVAN NİŞANYAN: Popper’e ilişkin tek söylediğim onun tümevarım teorisi hakkında.  Bilim metodu hakkında söyledikleri bence 20. yüzyılda felsefe alanında yapılmış en önemli atılımdır. “Conjectural Knowledge” başlıklı makalesini 1987’de Denizli’de (ikinci kez) askerlik yaparken okumuş, çarpılmıştım. Hala da çarpılmam devam ediyor sanırım. Siyasi liberalizme ilişkin sözleri maalesef Soğuk Savaş yıllarının gölgesi altında kalmıştır. Egemen görüşe onay vermek riskli iş; katkın ne kadar özgün olursa olsun, egemen görüş eskiyince onunla beraber bayatlıyor.

 

BEYAZOĞLU: Dünya gündemine gelelim. ABD’de Biden nasıl başladı? Gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz? Biden yorumlanırken neler gözden kaçırılıyor?

SEVAN NİŞANYAN: ABD’de son otuz yılın ana trendlerini şöyle görüyorum. 1. “Uyuşturucuyla savaş” kisvesi altında toplumun büyük bir kesiminin kriminalize edilmesi ve nüfusun yüzde biri gibi inanılmaz bir kitlenin hapsedilmesi. 2. 11 Eylül saldırılarından sonra “terörle savaş” kisvesi altında temel hak ve özgürlüklerin hem ABD içinde hem dünya çapında kısıtlanması. 3. Assange ve Snowden örneklerinde görüldüğü gibi istihbarat ve güvenlik örgütlerinin kutsallaştırılması, bunlara yönelik her türlü sorgulamanın polis zoruyla önlenmesi. 4. Irak, Afganistan, Suriye, Libya gibi anlamsız ve sonuçsuz savaşlar aracılığıyla askeri kadrolara trilyonlarca dolar fon aktarılması. 5. Kabul edilebilir bir gerekçe olmaksızın Rusya’nın şeytanlaştırılması ve yeni bir (soğuk?) savaş isterisinin körüklenmesi.

Biden ve ekibi bu beş politikanın oluşumunda baş rolleri oynamış ve halen bu beş politikayı temsil eden kişilerden oluşuyor. Sonucun kimse için hayırlı olacağını düşünmüyorum.

Trump ahlaksız bir soytarıydı belki. Bu ekip kadar büyük suçları var mıydı, emin değilim.

“Aslanlı Yol” ve Kişisel Sorular


İBRAHİM BEYAZOĞLU: Sevilmeme konusunda bir yeteneğiniz var. Sizi sevmeyen insanlara sizden nefret edecekleri anıtsal sebep vermekte üzerinize yok mesela. Bana Zizek'in bir lafını anımsattınız: "Tolerance makes everything boring, we need more conflict!" ("Hoşgörü her şeyi sıkıcı hale getirir, daha fazla çatışmaya ihtiyacımız var!") Ne dersiniz?  Huzur hedef tahtasına oturtulmakta mı?

SEVAN NİŞANYAN: Çatışma yoksa hayatın ne zevki olabilir ki? Çatışmayı kazanmak, kazanamıyorsan en azından mücadelede erdem ve becerini sergilemektir hayatı yaşanır kılan. Öyle olmasa dünya edebiyatının, sinemanın yüzde doksan küsuru neden çatışma üzerine kurulu olsun?

Benden “nefret ettiğini” söyleyenlere de çok fazla inanmayın. Yüzlercesiyle karşılaştım bugüne dek. Zannettiğinizden daha kompleks bir hadise. Kendi korkaklıklarının, basitliklerinin yüzlerine vurulmasından hoşlanmıyorlar doğal olarak. Bir yandan da haklı olduğumu pekala biliyorlar ve kalplerinin bir köşesinde bunun söyleniyor olmasından da memnunlar. Grup halinde olduklarında zırhlarını delmek mümkün değil. Teke tek yüzleştiğinizde çok kolay bayrakları suya indiriyorlar. Özellikle “feminist” retorik bayrağını sallayan kadınlar ilginç. Genellikle yarım saat sürmüyor bambaşka bir nağmeye geçiş yapmaları.


İBRAHİM BEYAZOĞLU: Kişisel bir gözlem. Belgeselinizde "Niye oturayım ki? Oturduğum zaman sıkılıyorum" diyorsunuz. Can sıkıntısı bağlamında akla zaman zaman Emil Cioran’ı getiriyorsunuz. Sıkıntı eşiğiniz sanırım çok düşük. Boş muhabbeti pek sevmiyor gibisiniz. Sanırım bu iki ucu keskin bıçak gibi bir durum. Bir yanda projeler üretiyorsunuz. Meşguliyet size iyi geliyor. Öte yandan beklenmedik durumlarla da yüzyüze gelebiliyorsunuz.

SEVAN NİŞANYAN: Demek ki Cioran okumam lazım, komple boşum o konuda. Hayatta yapacak, öğrenecek, üretecek, sevecek, dövecek o kadar çok şey var ki bir şey yapmadan geçirdiğim her dakika ziyan bence.


İBRAHİM BEYAZOĞLU: Siz ne dersiniz bilmem ama sizin ne/kim olmadığınızı kestirmek ne olduğunuzu kestirmekten daha kolay sanırım. Çok net yargılara sahip değilsiniz sanırım. William Shakespeare Othello'da “Ben olduğum şey değilim" der mesela. Aslanlı Yol’da üzerine basa basa “bir kişi olmak bana sıkıcı geliyor” diyorsunuz keza (s. 237). Milliyetçilik, bürokrasi, resmi ideoloji, mitoslar ve din ile yıldızı barışmayan birisiniz. Yaptıklarınızla müsemma gözüküyorsunuz. Yani solcusundan tutun da mütedeyini, Kemalisti, milliyetçisi, feministine geniş bir yelpaze sizi pek sevmiyor. Kendinizi yakın bulduğunuz ya da savunulması gerektiğini düşündüğünüz siyasi ya da toplumsal konum/lar var mı?

SEVAN NİŞANYAN: “Konum”lar yok sanırım, süreçler beni daha çok ilgilendiriyor. Konum dediğin şey, koyduğun anda çürümeye başlar. Akıştır mühim olan. “En iyi siyasi sistem hangisi” diye sormuştu biri bir keresinde. “Öbürü” diye cevap verdim.

Gençliğimde sosyalizme tutkundum. Sonra bireysel özgürlüğün önemini idrak ettim, bireye olabildiğince otonomi sağlayan toplumsal yapıları savundum. Türkiye özelinde 1980’lerden itibaren her zaman siyasi gücün bölünmesini, devletin küçülmesini, ülkenin Batı dünyası ile entegre olmasını savunan eğilimlere yakınlık duydum. Bu yöndeki en büyük engelin ülkede ‘ilerici’ diye bilinen kesimler ve bilhassa Kemal Paşa kültü olduğunu düşündüm.

Cezaevinde üç buçuk yıl geçirdikten, sonra Samos’ta inzivaya çekildikten sonra bu düşünceler de artık bana yeterince ‘grounded’ gelmiyor (“ayağı yere basar” mı desek?). Hap gibi bir düşünceye sahip olmaktansa, hap gibi düşünceleri kurcalaya kurcalaya bozmak daha zevkli.



İBRAHİM BEYAZOĞLU: İnsan Aslanlı Yol’u ağzı açık, hayretle okuyor. Birçok varta atlatmışsınız. Hala hayatta olmak dışında hayattaki en büyük başarınız sizce nedir? 

SEVAN NİŞANYAN: Beş çocuğum?


Kıbrıs


İBRAHİM BEYAZOĞLU: Ve Kıbrıs. Kıbrıs'a dair neler söylemek istersiniz? Kıbrıs sizin için ne ifade ediyor? Kıbrıs denince ilk aklınıza ne ne geliyor? Kafanızda neler canlanıyor? Daha önce adaya geldiniz mi?

SEVAN NİŞANYAN: Çok geldim. 1975’te ailemle ucuz pyrex almaya geldik, utanç duydum. 90’ların sonu ile 2000’lerin başında çok sık yolum düştü. Ada lehçesine bayıldım, yerli Kıbrıslılar arasında şaşılacak kadar geniş bir kesimin TC insanına özgü milli ve ideolojik hırtlıklardan ne kadar uzak olduğunu görüp hayret ettim. Bir müddet yabancı bir kültürün etkisinde eğitilmenin, tıpkı Hatay’da, tıpkı Kars-Ardahan ve Artvin’de, tıpkı Bulgaristan Türklerinde olduğu gibi, bu ülke insanına epey iyi gelebileceğinin farkına vardım. 2013’te çılgın bir projenin akıl vericisi sıfatıyla birkaç kez daha gelip KKTC yönetim sistemini daha yakından tanıma fırsatı buldum. Küçük devletlerin büyüklerden daha keyifli yerler olabileceğine dair düşüncem pekişti. (Proje gerçekleşmedi.)

Güney’i henüz görmedim. Merak ediyorum.


İBRAHİM BEYAZOĞLU: Türkiye'nin Kıbrıs ile ilişkisine dair ne söylemek istersiniz? Bazı saptamalar yapmak mümkün mü? 

SEVAN NİŞANYAN: 1999’du galiba, okullardan İngiliz müfredatının kaldırılıp TC müfredatının dayatılması konuşuluyordu. Hayatta hiçbir siyasi konuda o denli şiddetli bir nefret ve çaresizlik duygusuna kapıldığımı hatırlamıyorum.

İBRAHİM BEYAZOĞLU: Demin bahsettiğiniz KKTC projenizden biraz bahsedebilir misiniz?

SEVAN NİŞANYAN: Bahsetmeyeyim. İlgili kişilerin onayını almadan olmaz.



Covid-19


İBRAHİM BEYAZOĞLU:  Pandemi süreci malum. Bütün bunlar hiç alışılmış şeyler değil. Umarım aileniz iyidir. Bu sürece nasıl dayanıyorsunuz?

SEVAN NİŞANYAN: Toplam dört buçuk yıl hapis yatmış biri olarak alışığım hapis hayatına, gardiyanların aptallığına, kuralların saçmalığına, mahkumların korkaklığına.

Ve tabii fırsatı bulunca kaçmaya. Geçen ay eşimle beraber nihayet kaçmayı başarıp uzun bir Mısır yolculuğu yaptık. Maskesiz insan yüzü görmeyi özlemiştim; iyi geldi.

 

 

Eğitim ve Gazetecilik

 

İBRAHİM BEYAZOĞLU: Siz birçok şeyin yanında gazetecisiniz de. Bu soruyu iletişim fakültelerinde gazetecilik okuyan öğrenciler için sormayı çok istiyorum. Sizce gazeteci olmak isteyen bir öğrenci müfredat dışında neler okumalı?

SEVAN NİŞANYAN: Yok, gazeteci değilim. Bir müddet günlük gazetelere fikir yazısı yazmak gazetecilik değil.

Ama 55 yıldan beri iyi bir gazete okuyucusuyum. Ona istinaden cevap verme cüretini göstereyim. Bugünün medyasında gördüğüm en feci eksiklikler, bir, tarih bilmeme, dolayısıyla güncel olayları bir perspektif içinde görememe, iki, ahlaki duruş yokluğu, dolayısıyla şu anda moda olan tavır hangisiyse ondan öte bir bakış açısına sahip olamama. Hoca olsam bol tarih okuturdum. Ve iyi edebiyat. Çünkü ahlaki ikilemleri tanımanın ve tartışmanın yeri yüksek edebiyattır.

 

İBRAHİM BEYAZOĞLU: Bırakın öğrencileri, birçok hocaya bile tarih ve edebiyat okutmak zor. Hegel’e göre sabah güne gazete okuyarak başlamak modern insanın ritüeli. Sizin olmazsa olmaz gazete(ler)iniz var mı?

SEVAN NİŞANYAN: Kırk yıllık New York Times alışkanlığım vardı, büsbütün Amerikan Pravda’sına dönüştüğünden beri onu da bıraktım. Twitter’a bakıyorum, ilgimi çeken makaleler mutlaka çıkıyor, çoğu da genellikle marjinal yayın organlarında.


İBRAHİM BEYAZOĞLU:  Pandemi günlerinde eğitim sizce kaybedilmiş bir dava mı? Nasıl bir tablo öngörüyorsunuz?

SEVAN NİŞANYAN: Hep bilmediğim yerden soruyorsunuz hocam.


Anna Karenina

İBRAHİM BEYAZOĞLU: Anlayışınıza sığınarak size özel bir soru sormak istiyorum. Porto Rico’ya gittiğinizde yanınızda Tolstoy’ın bir romanını götürmüşütünüz. Aslanlı Yol'da: "Oradayken kasvet büsbütün bastı. Yanımda, Allah kahretsin, Anna Karenina’yı götürmüşüm, başka kitap yok sanki" demiştiniz (s. 85). Sonra ne oldu? Anna Karenina’yı okuyabildiniz mi? Yoksa öyle kaldı mı?


SEVAN NİŞANYAN: Okudum. Hatta yıllar sonra bir daha okudum. Puerto Rico’daki hadisede o zamanki eşimle aramızda bir sadakatsizlik meselesi vardı, o yüzden roman bana kahredici gelmişti. Tolstoy kadın psikolojisini ve toplumsal örgüyü muazzam bir derinlikle ele alır, etkilenmemek elde değil. Ama yavaş, canına yandığımın, çok yavaş. Netflix çağında gene o sabrı bulabilir miyim emin değilim.

 


Öneri kabilinden

BEYAZOĞLU: Tutkulu bir okursunuz. Amerikalıların wordsmith diye tarif ettiği türde bir okur-yazarsınız. Özgün, cesur ve ilham verici işleri seviyorsunuz. Derinlikli eleştirel analizlere düşkünsünüz. Şu sıralar neler okuyorsunuz? Son zamanlarda yolunuz "duyduğum en zekice tespit" minvalinde tavsiye edebileceğiniz eserlerle kesişti mi? Zihnin pasını giderecek birkaç tavsiyede bulunmak ister miydiniz?

SEVAN NİŞANYAN: Tüm önyargılarımı yenip Roger Scruton’ın iki kitabını okudum. Ufuk açıcı buldum. Cambridge’de el yazmaları kütüphanesi müdürü Christopher de Hamel’in Meetings with Remarkable Manuscripts’i son yıllarda okuduğum en lezzetli kitaptı. Ayrıntıları unutmayayım diye üç defa üzerinden geçtim. Kazuo Ishiguro’yu tanımıyordum, sevdim, üç tane daha romanını ısmarladım. William Dalrymple’ın her yazdığını beğenmişimdir, Hindistan’da East India Company egemenliğini anlattığı The Anarchy’yi de çok öğretici buldum. Peter Frankopan’ın The Silk Roads’ı dünya tarihine yeni bir bakış açısı getiriyor, ama modern çağlara geldikçe temposu bayağı düşüyor. Antik kültürün Ortadoğu ve Asya üzerinden barı Avrupa’ya aktarılışı öyküsüne dair epey okuma yaptım, çok şey öğrendim. İlla bir isim ver derseniz Violet Moller, The Map of Knowledge.

Şimdi yazınca farkına vardım, Moller hariç hepsi İngiliz yahu. Ben mi öyle seçmişim, yoksa İngilizce kaliteli yayın dünyasında İngiliz hegemonyası mı var?

Cezaevindeyken müthiş kitap okumuştum, o ayarda okuma yapmadım son aylarda. Kahneman, Thinking Fast and Slow. Harari, Sapiens (öbür kitapları değmez). Jared Diamond, bütün kitapları müthiş, ama beni özellikle çarpan The World Until Yesterday. Dinler tarihine meraklıysan Finkelstein ve Silberman, The Bible Unearthed. Boyer, Religion Explained. Houellebecq’in romanları, özellikle La Soumission. Gençlere kitap tavsiye edilecekse ilk aklıma gelenler arasında bunlar.

BEYAZOĞLU: Birkaç sene önce Haaretz’de Harari’ye dair How Yuval Noah Harari Became the Pet Ideologist of the Liberal Elites adlı bir yazıya rastlamıştım. Fakat, özellikle, lisans öğrencileri, vakit kaybetmeden Harari’yle tanışmalı. Araya uzun zaman girince pek bir anlamı kalmıyor sanırım. Mesela doktora yapan birisinin elinde Harari ile dolaşmasını ben biraz garipsedim. Harari’nin bu kadar tutmasını neye bağlıyorsunuz?

SEVAN NİŞANYAN: Çağımız reklam ve halkla ilişkiler çağı, elbette onun etkisi var. Ama Harari’nin kitabı bence reklamı hak ediyor. Savunduğu tezleri bir yana bırakın, her şeyden önce son derece zeki, orijinal gözlemlerle dolu, alışılmış bakış açılarını sarsan, esprili bir kitap. Tarım devrimine ilişkin söyledikleri gerçi on onbeş yıldır duyulmuş şeyler, ama bu denli net ve güçlü bir şekilde formüle edilmemişti. Daha önemlisi, insanların masal anlatıp inanma yeteneğini medeniyetin temel dinamiği olarak sunması, en azından bana, müthiş etkileyici geldi. El yordamıyla bildiğim bir şeydi belki, ama kafamda berraklaşmasına yardım etti.

 

Gelecek


BEYAZOĞLU: Üzerinde uğraştığınız ya da girişeceğiniz projeleriniz var mı? Aslanlı Yol’u “devam edecek” diye bitirmiştiniz. Önümüzdeki günler için çalışma ya da araştırma planlarınız nelerdir?

SEVAN NİŞANYAN: Son bir buçuk yılım iğneyle kuyu kazar gibi Türkiye Adlar Sözlüğü’nü hazırlamakla geçti. Geçen ay bitirdim. Önümüzdeki günlerde basılacak. Şimdi biraz nefes almakla meşgulüm. Bir buçuk yıldır ihmal ettiğim kırık dökük işlerle uğraşıyorum. Üç tane sözlük sitem (nisanyansozluk.com, nisanyanmap.com, turkadlar.com) her gün toplam yüz bini aşkın ziyaretçi alıyor. Onları biraz toparlamam lazım. Sonra düşüneceğim bakalım, 65’lik bir ihtiyar hangi yeni işlere burnunu sokmaya cesaret eder.

 

 

Söyleşide adı geçen eserler

·         Sevan Nişanyan. Aslanlı Yol: Otobiyografi. İstanbul, Liberus Yayınları, 2020 (ilk basım 2012).

·         Sevan Nişanyan. Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru. İstanbul: Liberus Yayınları, 2020 (2008).

·         Sevan Nişanyan. Nişanyan Sözlük: Çağdaş Türkçenin Etimolojisi, Liberus Yayınları, 2020 (2002). Online: www.nisanyansozluk.com

·         Sevan Nişanyan. Türkiye Yer Adları Sözlüğü: Index Anatolicus, İstanbul, Liberus Yayınları, 2020. Online: www.nisanyanmap.com

·         Sevan Nişanyan. Türkiye Kişi Adları Sözlüğü; 2021’de basılacak. Online: www.turkadlar.com.  (15.202 maddebaşı ve 87.584 isimle Türkiye’nin bugüne dek yapılmış en büyük kişi adları sözlüğüdür).

·         Bahse konu belgesel için; "Sevan". Youtube, 2012.  https://www.youtube.com/watch?v=c-VRrjuQTwE

·         Karl R Popper. “Conjectural Knowledge: My Solution of the Problem of Induction.” Revue Internationale De Philosophie, vol. 25, no. 95/96 (1/2), 1971, s. 167–197.

·         Jacques Derrida, De la grammatologie (1967); İngilizcesi Of Grammatology, Johns Hopkins University Press, 1976.

·         Emil Cioran’ın birçok eseri Türkçe’ye çevrilmiştir. Türkiye kültür endüstrisi bu bakımdan zengin bir külliyata sahip.

·         Roger Scruton, Conservatism: An Invitation to the Great Tradition, London 2017.

·         Roger Scruton, Türkçede: Modern Felsefenin Kısa Tarihi. Dipnot, 2015; Spinoza. Dost Kitabevi, 2007; Akıllı Kişiler İçin Felsefe Rehberi. Ayrıntı Yayınları, 2016.

·         Christopher de Hamel. Meetings with Remarkable Manuscripts: Twelve Journeys into the Medieval World. Penguin Press, 2017.

·         Kazuo Ishiguro’nun Türkiye’de eli yüzü düzgün çevirileri mevcut. Bu yüzden ayrıntlı bir Ishiguro külliyatı dökümüne gerek duyulmamıştır.

·         William Dalrymple. The Anarchy: The East India Company, Corporate Violence, and the Pillage of an Empire, Bloomsbury Publishing, 2019. Bir diğer okumaya değer eseri: From the Holy Mountain: A Journey Among the Christians of the Middle East, St. Martins Press, 2000. Görünüşe göre, Türkçede Dalrymple’ın sadece bir çevirisi var: Beyaz Moğollar. Truva Yayınları, 2005.

·         Peter Frankopan. The New Silk Roads: The New Asia and the Remaking of the World Order. Vintage, 2020.

·         Violet Moller. The Map of Knowledge: A Thousand-Year History of How Classical Ideas Were Lost and Found. Doubleday, 2019.

·         Daniel Kahneman. Hızlı ve Yavaş Düşünme. Varlık Yayınları, 2017. İngilizce’sinden okumak isterseniz; Daniel Kahneman. Thinking, Fast and Slow. Farrar Straus & Giroux, 2013. 

·         Yuval Noah Harari. Hayvanlardan Tanrılara - Sapiens. Kolektif Kitap, 2015.

·         Jared Diamond. The World Until Yesterday: What Can We Learn from Traditional Societies? Penguin, 2012. Diamond’ın Tüfek, Mikrop ve Çelik başta olmak üzere birçok Türkçe çevirisine denk gelebilirsiniz. Bu bakımdan Diamond çevirilerinin hepsini tek tek burada sıralamaya gerek görülmemiştir.

·         Israel Finkelstein and Neil Asher Silberman. The Bible Unearthed: Archaeology's New Vision of Ancient Israel and the Origin of Sacred Texts. Free Press, 2001.

·         Michel Houellebecq. Soumission. Schoenhofs Foreign Books, 2017. Kitap Türkçe’ye İtaat diye çevirilmiş  (İthaki, 2021). İngilizce çevirisini okumak niyetindeyseniz; Houellebecq. Submission. Farrar, Straus and Giroux, 2015.

·         Pascal Boyer. Religion Explained: The Evolutionary Origins of Religious Thought. Basic Books, 2002.

·         Danny Gutwein. “How Yuval Noach Harari became the pet ideologist of the liberal elites”. Haaretz, Kasım 20 2018. Yazının alındığı mecra (ücretli): https://www.haaretz.com/us-news/MAGAZINE-how-yuval-noah-harari-became-the-pet-ideologist-of-the-liberal-elites-1.6673776

·         Lev N. Tolstoy'un Anna Karenina’sı için, İletişim, Yordam, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları ve Can Yayınları gibi yayınevlerinin yaptığı çevirilerden istifade edebilirsiniz. William Shakespeare'in Kıbrıs’ta geçen Othello'sunu temin etmek  gibi bir niyetiniz varsa, metnin Remzi Kitabevi ve Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yapılan çevirileri var.